“Genelde anılar çok değerlidir, bu yüzden olsa gerek, insan her zaman onları şiirsel renklerle süsler.”
Andrei Tarkovski – Mühürlenmiş Zaman
Gece görülen bir rüyanın sahnelerini ertesi gün değişik zamanlarda hatırlar gibi parça parça görüntüler olarak aklımda kalacak bir film oldu Ayna benim için. Tarkovski’nin zaman algısını bir bütünlük içinde yorumlayamamanın verdiği sıkıntıyla, izledikten sonra “öznelliğin bu kadarı…” demek oldu verdiğim ilk tepki. Matbaada çalışan bir anne vardı, anneden ayrılan bir baba, 2. Dünya Savaşı yıllarında Sovyetler Birliği ve büyümekte, hatta ölmekte olan bir çocuğun geçmiş düşleri. Hepsi de ayrı ayrı zamandan sıyrılmış anılar, görsellikle birleşmiş başka bir bütünlük içinde…
Film boyunca bir metaforlar zincirinin kendimce kopuk parçasını ararken Tarkovski’nin “İnsanlar Ayna’yı gördükten sonra onları bu filmin ardında başka hiçbir gizli, şifrelenmiş bir gaye yatmadığına ikna etmek çok güç oldu. Filmin gerçeği söylemekten başka bir amacı olmadığını açıklamaya çalıştığımda hep bir güvensizlik ve hayal kırıklığı ile karşılaştiım. Bazı seyirciler için bu açıklamalarım gerçekten de pek tatmin edici olmadı. Gizler, simgeler, gayeler peşinde koştular durdular, çünkü onlar filmsel, görüntüsel şiire alışkın değildiler, ki bu da beni büyük hayal kırıklığına uğrattı.” şeklinde dile getirdiği sitemi, bana Ayna’ya sade olarak tekrar bakma gerekliliğini hissettirdi. Filmde kullanılan Madrid bombardımanı görüntülerinin bana 1. Körfez Savaşı görüntülerini çağrıştırması, filmin herkesin kendi aynasına bakınca hatırlayacağı görüntülere birçok kapı açarak görsellikte bir nevi sınırsızlık sağladığını düşündürüyor. Tarkovski’nin bu en içe dönük olarak nitelendirilen filminin farklı coğrafyalardan, farklı zamanlardan ve altyapılardan her izleyiciyle hafıza üzerinden ortak bir dil kurduğunu soylersem hiç de yanlış olmaz.
1975 yapımı Ayna, Ignat’ın (Ignat Daniltsev) çocukken gördüğü rüyalarla karışık hatırladığı anılarının kişinin yaşanmışlıklarına dair içerdiği göndermeler açısından, özellikle babasının annesinin saçını yıkadığını anımsadığı sahnede, izleyenlerin kanımca benzerlik kuracağı Robert Altman’ın 1977 yapımı Üç Kadın filmini çağrıştırıyor. Düşle gerçekliğin iç içe geçmişliğinin en güzel aktarımlarından birini ise masadan kaybolan bardağın bıraktığı buğunun yavaş yavaş kaybolduğu sahnede yapan Tarkovski’nin uzun planlarıyla Yunan yönetmen Angelopoulos arasında bir bağ kurarak, Sonsuzluk ve Bir Gün’ün zamansızlığını Ayna’da fazlasıyla hissetmek mümkün.
Tarkovski’nin Ayna için kullandığı “görüntüsel şiir” tanımlaması, filmde babası Arseny Tarkovski’nin şiirlerini annesiyle ilgili anılarına üst ses yaptığı sahnelerde tam anlamını bulmuş. “Buluşmalarımızın her anını/ Bir şenlikmişçesine kutlardı./ Yeryüzünde yalnız biz vardık./ Bir kuştan daha cesur ve hafiftin/ Bir hayal gibi merdivenleri uçarak/ Yağmurlarla ıslanmış leylakların arasından geçirip/ Aynanın ötesindeki ülkene götürürdün beni.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder